Dünya, insana nimetleriyle yaklaşır ama her nimetin ardında bir sınav gizlidir.
Bir şeye sahip olduğunda, daha fazlası gelir aklına; ulaştığında ise yeni bir arzu doğar.
Tıpkı bir kuşu yakalamaya çalışan çocuk gibi: kuşu tutsa bile, ertesi gün daha renkli bir kuşun peşine düşer.
“Derdi dünya olanın derdi bitmesin” sözü, aslında bir beddua değil, bir uyarı gibidir.
“Dünyayı dert edinme, yoksa dert seni edinir” demektir.
Çünkü insan gözünü maddiyata çevirdiğinde, gönlüne yerleşen huzur kapı dışarı edilir.
Kalp iki kapılı bir han gibidir; hırs girince huzur çıkar, kanaat girince kaygı gider.
Dünyanın bitmeyen işlerine kapılan kişi, hiçbir zaman tamamlanmış hissetmez.
Bugün çözdüğü derdin yarın başka bir yüzü çıkar, bugün kazandığı malın yarın kaygısı başlar.
Bir ev alırsın, masrafı çıkar; bir araba alırsın, bakımı gelir; para biriktirirsin, değer kaygısı başlar.
Dünya böyledir, kendisiyle meşgul ettikçe kendini çoğaltır.
Oysa dünyayı avuçta taşımak gerekir, yürekte değil.
Avuçta olanı gerektiğinde bırakabilir insan; fakat yüreğe yerleşen şey kök salar.
Dertler kök saldıkça insanın iç toprağını kavrar, ferahını boğar, ışığını gölgeler.
Derdi dünya olmayanın hayatı hiç dertsiz değildir; ama dertleri geçicidir.
Onlar, okyanustaki dalgalar gibidir: yaklaşır, vurur, geçer.
Dünya derdi olanın derdi ise zincir gibidir: bir halka çözülür, bir başkası eklenir.
Bazı insanlar dünyanın dertlerini suya benzetir; su yükseldikçe insan boğulur.
Fakat suyu bir kaba koyarsan şekil verir, kanal açarsan akıtırsın.
Yani mesele dert değil, dertle kurduğun ilişkindir.
Dert seni taşırsa ağırdır; sen onu taşırsan hafiftir.
Bu yüzden bu söz, aslında bir nasihat:
“Dünya için dertlenirken biraz dur; belki de dertlendiğin, aslında geçip gitmesi gereken bir şeydir.”