Ve devam ettim:
“Caminin kapısından içeri girip de derdini söyleyemeyen bir insan varsa, o camide bir eksik vardır. İmamın sesi kürsüden gür çıkar ama cemaate inemiyorsa, esnafın kapısını çalıp ‘Nasılsın?’ diye soramıyorsa, gençlerin umutsuzluğunu fark edemiyorsa… O zaman hutbe ne kadar doğru olursa olsun, yere değmez.”
Dedim ki:
“Bir mahallede kimse kimseyi tanımıyorsa, insanlar birbirinin gözünden kaçıyorsa, esnaf kepenk kapatırken kimse fark etmiyorsa, öğrenciler açlıktan kıvranırken kimse duymuyorsa… Camideki kalabalığın bir anlamı kalmaz. Çünkü cami tek başına bina değildir; mahalleyle birlikte nefes alır, mahalleyle birlikte ölür.”
Sonra sustum, biraz bekledim. Ve tekrar konuştum:
“Camiye giren herkesin omzunda görünmez bir yük var. Kimi borç yükü, kimi yalnızlık yükü, kimi hastalık yükü, kimi çaresizlik yükü… Hutbe, o yükleri hafifletecek bir söz söylemiyorsa, o yük cemaatle birlikte dışarı çıkınca daha da ağır olur.”
Dedim ki:
“Bir caminin gerçek gücü, kaç metrekare olduğunda değil; kaç yüreğe değdiğinde belli olur.
Bir caminin gerçek ışığı, ampullerle değil; bir komşunun hayatına kattığı umutla yanar.
Bir caminin gerçek sesi, ezanın yüksekliğiyle değil; bir garibin duasındaki ‘Allah razı olsun’ kelimesiyle duyulur.”
Sonra yüzüme baktılar…
Bazısı başını eğdi, bazısı iç çekti, bazısı sessiz kaldı.
Çünkü herkes biliyordu ki, söylediğim şeyler aslında hepimizin içinde bir yerde çoktandır kıpırdıyordu.
Ve dedim ki:
“Cami, mahallenin kalbidir.
Kalp atmayı bırakırsa, beden ayakta duramaz.
Kalp insan için neyse, cami de mahalle içindir.”