Türk tarihinde Eylül ayı, İdamların ve Darbelerin yaşandığı, adaletten, kanundan, haktan, hukuktan uzak kararların alındığı ve sonucunda milletçe büyük açıların yaşandığın ülkemizin en hüzünlü, en acımasız ayı olarak tarihin yapraklarında yerini almıştır. Eylül ayının bir kabahati yoktur. Sadece takvim olarak bu ayda bu adaletten ve vicdandan uzak siyası ikballeri için bu azizi millete bu acıları yaşatan ve reva görenler kabahatlidir.

Tarihler 12 Eylül 1980’i gösterirken, demokrasimize hiçbir zaman unutmayacağımız bir darbenin tarihiydi. Ve yine geçmişin en acımasız Eylül ayında, Türk tarihinin hiç hak etmediği, en karanlık, en acımasız, en lekeli günlerinden birisi; 17 Eylül 1961’de Demokrat Parti devri Başbakanı merhum Adnan Menderes idam edildiği tarihtir. Şehit Başbakan rahmetli Adnan Menderes’in idamına karar verenler belki geçici olan ve birçoğunun da kabir hayatı başlamış olan bu vicdan ve adaletten yoksun zevat bu dünyada hesaplarını vermeden öldüler. Onlar bu taraflı ve adaletten çok uzak, siyasi sayıkla almış oldukları bu kararın hesabını mahşerde nasıl verecekler. ?

Demokrat Parti dönemine adını veren kişilerin başında olan Adnan Menderes, bu partinin de kurucularındandı. 14 Mayıs 1950 tarihinde DP’nin iktidara gelmesiyle Başbakan olmuş, 27 Mayıs 1960 ihtilâline kadar da bu görevde kalmıştı. Yassıada Mahkemeleri’nde yargılanan Adnan Menderes, hakkında verilen cezanın Millî Birlik Komitesi’nin tasdikiyle İmralı Adası’nda asılmak suretiyle şehit edilmiştir. İmralı Adası’nda bulunan naaşı, 17 Eylül 1990’da, İstanbul Topkapı’da yaptırılan Anıt Mezara, devlet töreni ile nakledildi ve itibarı devletçe iade edildi.

Merhum Aydın Menderes, babası şehri Başbakan Adnan Menderes ile ilgili bir hatırasını siz değerli okuyucularımın bilgisine aktarıyorum.

Rahmetli babam Allah korkusu ve millet sevgisiyle yaşardı. Adnan Menderes milletiyle bütünleşmiş bir liderdi. Kafasının içinde kabına sığmayan bir Türkiye vardı.
Haksızlıkları sevmez, adam kayırma veya farklı muameleye çok kızardı. Büyük ideallerin ve hedeflerin insanıydı. Ufku çok genişti. Milletinde fâni olmuştu. Çok inançlıydı. Her sabah evden okuyarak, duâ ederek ayrılırdı. İnşallah sözü olmadan konuşmazdı.
Son derece güçlü ve enerjik bir insandı. Başkasının derdi yüzüne aynen aksederdi. 1957’de Ankara’yı sel bastığında, felâketzedelere bizzat yardım ederken, kendisi sel sularına kapılmaktan son anda kurtarılmıştı. İnsanların sıkıntı ve üzüntü çekmesini katiyen istemeyen bir ruh hâletine sâhipti.
Öfkesi aynen “mart karı” gibiydi. Katiyen kin tutmayan, kızsa bile bir iki dakika sonra her şeyi unutan, onu telâfi etmek için özürler dileyen, yollar arayan bir insandı. Öfkeli hâlinde bile ağzından incitici, kırıcı bir söz çıktığı görülmemiştir. Küfür, kötü söz söylediği, kendi emsalinin altındakilere kızdığı, yanında çalışanları kırdığı hiç vaki olmamıştır. Mütevazi idi ve son derece duygusaldı. Mantıksız, muhakemesiz iş yapmaz, haksızlıkları sevmezdi. İman, inanç, Allah korkusu, edep, milleti sevmek ve onu büyük bilmek, insanlara hizmet en bariz vasıflarıydı.” Diye açıklamıştı. İkisinin de ruhları şad ve mekanları cennet olsun.