Bu yazıyı okuyacağınıza ve hatta imkanı olanların çıktı alarak ya da belleklere bilgisayara kaydederek saklayacağına inanıyorum.

“Atatürk’ü yaşatmanın yolu, onun gibi düşünmektir.”

Nasıl olsa herkes evde...

bu yazıyı okuyacağınıza ve hatta imkanı olanların çıktı alarak ya da belleklere bilgisayara kaydederek saklayacağına inanıyorum.

Saat dokuzu beş geçe

Atam Dolmabahçe’de

Gözlerini kapamış,

Bütün dünya ağlamış.

Doktor doktor kalksana,

Lambaları yaksana,

Atam elden gidiyor,

Çaresine baksana…

Bu dizelerle büyütüldük biz.

Birinci kıtada bir liderin — Atatürk’ün — vefatı anlatılır;

İkincisinde ise bir doktorun onu yeniden hayata döndürmesi istenir.

Bu, aslında o dönemin sarsıcı duygusunu yansıtan, ama bugün bizi düşünmeye çağıran bir tepkidir.

Ama zaman geçti…

Biz o acıyı anlamaktan çok, ritüele dönüştürdük.

Bize kutsal bir metin gibi ezberlettiler bir tekerlemeyi daha:

“Atam sen kalk da ben yatam.”

Oysa bu dünyada en kutsal şey, insan hayatı ve onurudur.

“Atam izindeyiz” dedik;

ama çoğu zaman bu “iz”i tatil zannettik. Ve çalışmaktan “izin” aldık.

Atatürk “Türk, övün, çalış, güven.” dedi.

Biz ise zamanla bunu “Türk, öğün, çalış, güven.”e çevirdik.

Gururu unuttuk, yemeği hatırladık.

Hiç unutmam; Rize Fen Lisesi’nde öğretmenlik yaptığım yıllarda bir öğrencim usulca yanıma gelip, “Hocam, Atatürk’ün boyu kaçtır?” diye sormuştu.

Ben de “1.72” dedim.

Çocuk şaşırdı: “Ne diyorsunuz hocam, dünyam yıkıldı! Ben 2 metrenin üzerinde sanıyordum.”

Çünkü çocuklarımıza Atatürk’ü hep büstlerinden öğrettik.

Oysa büyüklük, boyda değil, akılda ve zekâdadır.

Toplumlar, büyük önderlerini anlamak isterken bazen onları aşırı yüceltme hatasına düşerler.

Bu sadece bize özgü bir durum da değildir.

Ancak bir kişiyi, fikirlerinin önüne geçirirsek; fikirleri zamanla heykel kadar hareketsiz kalır.

Atatürk’ün devrimleri, bir dogma değil; bir düşünme biçimiydi.

Onu tanıyanlar bilir: En çok sorgulayan, en çok tartışan yine kendisiydi.

Bu yüzden onu anlamak, “kutsallaştırmak” değil; üretmek, çalışmak ve sorgulamak demektir.

Elbette Atatürk döneminin şairleri — Behçet Kemal Çağlar, Faruk Nafiz Çamlıbel, Halil Bedii Yönetken —o coşkun duygularla yazdılar.

Yeni doğmuş bir Cumhuriyet’in, küllerinden yükselen bir milletin minnettarlığıydı bu. Bugün o dizelere dönüp baktığımızda, onları yargılamak yerine, duygunun yerini aklın alması gerektiğini fark etmeliyiz.

Çünkü Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı “ölümsüz” kılan şey, Dolmabahçe’de kapadığı gözleri değil; o gözlerle gördüğü gelecektir.

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” derken, süslü bir söz söylemiyordu.

O, 1920’lerin yoksul, harap Anadolu’sunda — dünyanın çoğu sanayileşmeyi tanımazken —bilimi ve aklı devlet politikası haline getirmek istemişti.

Kütüphanesinde on binden fazla kitap vardı.

Okuma-yazma oranı %10’u bulmazken, o sabahlara kadar okuyor, notlar alıyor, tartışıyordu.

Bugün “modernleşme” dediğimiz bütün adımlar, o zihinsel emeğin ürünüdür.

Ne yazık ki biz; onu anlamaktan çok, kutsamakla yetinen bir toplum hâline geldik.

Nutuk’u — yani devletin ve milletin yol haritasını içeren o uzun konuşmayı — okumadan “ “nutuk atıyoruz.”

İnkılaplarını ezberden sayıyoruz ama içeriğini bilmiyoruz.

Eğer Atatürk’ü koruma kanunlarına ihtiyaç duyuyorsak, bu zaten onun fikirlerini yeterince vicdanımıza ve bilincimize yerleştirmediğimizin göstergesidir.

Bir fikir, kanunla değil, nesillerin şuuruyla yaşar.

Bugün Türkiye kendi İHA’sını, SİHA’sını, ANKA’sını, KAAN’ını, TOGG’unu, ALTAY tankını üretebiliyorsa, bu onun açtığı millî kalkınma yolunun bir devamıdır.

Bu ülke; barajlarını, yollarını, üniversitelerini, havaalanlarını, teknoparklarını inşa ederken, aslında bir Atatürk düşüncesini sürdürmektedir.

Çünkü o, yalnızca Cumhuriyet’in değil, Cumhuriyet aklının kurucusuydu.

Bu nedenle, esas mesele her 10 Kasım’da sadece gözyaşı dökmek değil, her 11 Kasım’da onun bıraktığı işi devam ettirmektir.

Gazi Mustafa Kemal Paşa, bu topraklarda bir lider, bir öğretmen, bir filozof, bir asker ve bir millet mimarıydı. Onu gerçekten yaşatmak istiyorsak, her sınıfta, laboratuvarda, fabrikada, adliyede ve köy okulunda onun fikrî mirasını diri tutmalıyız.

Atatürk’ün büyüklüğü sadece kazandığı savaşlarda değil; savaştan sonra kurduğu barışta,

sadece ilkelerinde değil; ilkelerine rehberlik eden aklında gizlidir.

Bugün biz, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü; bilimle, üretimle, okumayla ve düşünmeyle yaşatmalıyız. Atatürk’ü anlamak, modern Türkiye’yi her gün yeniden inşa etmektir.

Her insan ölür, ama fikirler ölmez.

Fakat fikirler yaşatılmadığında, milletler ölür.

İngiltere Kralı VIII. Edward, 4 Eylül 1936’da Türkiye’yi ve Mustafa Kemal Atatürk’ü ziyaret etti.

Sarayburnu’nda motordan karaya çıkarken ayağı tökezleyip eli yere değdi.

Tam elini sileceği sırada Gazi Paşa elini tuttu ve şöyle dedi:

“Ekselans, bu ülkenin toprakları elleri kirletmez; zira bu toprakların her bir karışı şehit kanlarıyla sulanmıştır.”

Bunu bir Türk der,

Onu da Atatürk der…

Aydın Mertayak