Bu yazıyı okuyacağınıza ve hatta imkanı olanların çıktı alarak ya da belleklere bilgisayara kaydederek saklayacağına inanıyorum.
Bir zamanlar babalar, kelimeleri süs için değil, öz için söylerdi. O sözlerin içinde ne parıltılı laf vardı, ne de gösteriş...
1975’lerin meşhur bir şarkısı vardı… Ben dedeme çekmişim bilmem ki neden: Bir elmanın yarısı o yarısı da ben ağzım, burnum, gözlerim tıpatıp aynı
“Çocuğum benden önce ölsün.” diyen bir annenin umutsuz duası ile, sadece bir saatlik banyoyu lüks gören bir yaşam…
İki hafta önce Rize’de bir arkadaşım ile sohbet ettim. “Hocam,” dedi, “Oğlum Mehmet o kadar zeki bir çocuk ki ama artık hiçbir şeye hevesi yok.
Bugün büyük alışveriş merkezlerinin parlak vitrinlerinde kaybolmuş “esnaf kültürünü” arıyoruz.
Derler ki: Kör, sağırla karşılaşmış, “Çok güzelsin” demiş. Ne sağır duymuş, ne kör görmüş. Maalesef, işte dünyanın hali budur.
Bazen uzun uzun düşünüyorum… Dünya neden bu kadar yorgun? Neden ağaçların gölgesi artık serinletmiyor da boğuyor bizi?
Bir çay demliği düşünün. Altı usul usul yanar, üstü yavaşça demlenir. Kalkandere’de çay böyle yapılır.
Geçen gün mahalledeki pastanede oturmuş, şekersiz çayımı içerken bizim Hüseyin geldi. Elinde telefon, yüzünde garip bir gurur:
Eskiden kötülük, masalların sonunda, karanlık ormanlarda yaşardı. Şimdi ise sabah gülüşleri kadar yakın.