“Biz camilerimizi büyüttük, kubbelerini yükselttik, avlularını mermerle döşedik… Ama camilerin *merhamet alanını* daralttık.

Eskiden caminin avlusu hayattı; şimdi sadece geçiş alanı. İnsanlar giriyor, namazını kılıyor, çıkıyor. Kimse kimsenin yüzüne bakmıyor. Çünkü kimsenin yükünü almak gibi bir derdi kalmamış.”

Dedim ki:
“Eğer bir caminin çevresinde aç insan varsa, o camide tok kılınan namaz eksiktir.
Eğer bir caminin çevresinde işsiz genç varsa, o camide edilen dua yarımdır.
Eğer bir caminin dibinde esnaf batıyorsa ve kimse bunu konuşmuyorsa, o camideki sessizlik ibadet değildir; ihmaldir.”

Sonra şunu ekledim:
“Biz sadakayı bireyselleştirdik. Herkes kendi vicdanıyla baş başa. Oysa sadaka toplumsal bir ahlaktı. Camide organize olurdu, adaletli dağıtılırdı, kimse incinmezdi. Sağ elin verdiğini sol el bilmezdi ama *mahalle bilirdi*; çünkü mahalle ayakta kalırdı.”

Ve dedim ki:
“Bir imamın en büyük vaazı kürsüden okuduğu metin değildir.
Bir esnafın dükkânına girip ‘Bugün siftah yaptın mı?’ diye sormasıdır.
Bir öğrencinin omzuna dokunup ‘Yalnız değilsin’ demesidir.
Bir yaşlının kapısını çalıp ‘Bir ihtiyacın var mı?’ diye sormasıdır.”

Sonra durdum ve son cümleyi söyledim:
“Eğer cami, mahallenin derdini konuşmuyorsa;
Eğer hutbe, mahallenin yarasına değmiyorsa;
Eğer cemaat, birbirinin yükünü taşımıyorsa…
O zaman biz camide sadece *yan yana duruyoruz*, birlikte olmuyoruz.”

Ve işte asıl mesele de buydu:
Yan yana olmak kolaydı.
Ama *birlikte olmak*, sorumluluk isterdi.

---