Düşünce tarihinde insana ilişkin pek çok tanıma rastlanabilir. Kimi düşünürler insanın siyasal bir varlık olduğunu,

kimileri ekonomik çıkarlarının peşinde koşan bir varlık olduğunu, kimileri ise oyun oynayan bir varlık olduğunu iddia etmişler ve insanın diğer varlıklardan ayrılan özgül yanının arayışı içinde olmuşlardır.

Ernest Casirer’in de belirttiği gibi insan semboller üreten bir varlıktır. Semboller insanların anlam haritalarıdır. Semboller bir yandan belirlenmiş ortak anlamlar dolayısıyla insanlar arasındaki ilişkileri düzenlerken, bir yandan da yine insanlar arasındaki ilişkilerin bir sonucu olarak yeni anlam içerikleri kazanırlar. Bu anlamda kültürün bir semboller sistemi olduğunu söyleyebiliriz. Kültür doğası gereği toplumsal olan insanın yaşam alanıdır. İnsan yön duygusunu, iyiyi-kötüyü, dostu-düşmanı belirli bir kültür içerisinde öğrenerek toplumsal yaşam içerisinde insanlaşır. İnsanın toplumsal yaşam içerisinde insanlaşması demek insanın potansiyel olarak sahip olduğu niteliklerin ancak toplumsal yaşam içerisinde gerçekleşebilmesi demektir. Kısaca insanın anlam üreten bir varlık olduğunu söyleyebiliriz. Diğer canlılardan farklı olarak insan biyolojik içgüdüleriyle değil anlam dünyası ile yaşar. Yemek, içmek, doğal koşullara uyum gibi zorunlu ihtiyaçlar insanların diğer canlılarla ortak yönüdür. İnsani nitelikler ya da insanilik bu zorunlu ihtiyaçların ötesinde gerçekleşir. Bu nedenle zorunlu ihtiyaçlarının karşılanması insanın ruhsal ve bedensel sağlığı ve dengesi açısından yeterli olmaz. Bir anlam haritası olmayan, bir değerler sistemi olmayan, kısacası bir yön duygusu olmayan insan yaşam dünyasını yitirmiş bir insandır. 
İnsanlar tek başına yaşayamazlar, yaşamlarını sürdürebilmek için başkalarının varlığına gereksinim duyarlar. Başkalarıyla birlikte yaşama, başkaları tarafından kabul görme, arkadaşlık, sevme ve sevilme gibi sosyal ihtiyaçlar insanlar için önemlidir. Fizyolojik ve sosyal ihtiyaçlarının giderilmesi kişinin diğer ihtiyaçları için bir kaynak oluşturmaktadır. Eğer insanlar sosyal ihtiyaçlarını gideremezlerse, aidiyet duygusundan yoksun, yalnız ve terkedilmiş hissedeceklerdir. Aile kurma ve etrafındaki kişilerle duygu alışverişinde bulunma gibi davranışlar insanların sosyal ihtiyaçlarından kaynaklanmaktadır. Ayrıcalıklı ve başarı olma hissi. Bu, biraz ego tarafımızla ilgili... Toplumdaki yerimizin ve değerimizin diğerlerince görüldüğü, fark edildiği, önemsendiği hissi... En nihayetinde birçok insan, saygı görmek ister. Kimse insanlar kendisini kötüye kullansın, itip kaksın istemez. Bağımsızlık duygumuz, kendimize güvenmemiz ve özgürlük arayışımız da buradan gelir. Bir önceki seviye ve bu seviye, bir araya gelerek psikolojik ihtiyaçlarımızı oluşturur.

Bu ihtiyaç çift yönlü bir ihtiyaçtır. Yani, birey hem kendisine güven ve saygı duymak isterken hem de başkaları tarafından böyle görülmek ister. Başkaları tarafından değer görmek, kişinin de kendine güven duymasına ve başarılı olabileceğine yönelik bir inanç geliştirmesine neden olmaktadır. Başarı, statünün göstergesi olarak kabul edilmektedir ve başarılı olma hissi, değer verilme ihtiyacını karşılamak için oldukça önemli kabul edilmektedir.

Başka insanlar, bir insanın yaşamında çok değişik roller oynamasının yanı sıra, insanın kendisini anlaması, kabul etmesi, değiştirmesi, kıyaslaması, öğrenmesi, çatışması ve farklı yolculuklara gitmesinde önemlidir. İnsan ilişkilerinin temeli iletişimdir. Yaşamın kalitesi ise insanların kendisi ile ve başkaları ile kurduğu, iletişimin kalitesi ile doğru orantılıdır denebilir. Burada söz edilen yaşam kalitesi ise insanın sahip olduğu yetenek ve kaynakları kullanarak nasıl bir yaşam modeli kurduğu, bu modelin zenginliği, esnekliği, verimliliği, alınan ve üretilen haz ile orantılı olarak değerlendirilir. Her insan dünyayı kendine özgü algılar. Hiçbir insan evrene, olaylara ve dünyaya aynı pencereden bakmaz. 
Onaylanmak, takdir görmek, fark edilmek, övülmek her yaş grubundan insanın ihtiyacıdır. Var olduğunun, yaşadığının, fark edildiğinin ve önemsendiğinin kanıtı niteliğindedir.

Onaylanma ihtiyacını bireylerde farklı kılan çocukluk dönemi yaşantılarıdır. Çocukluk döneminde anne- baba- öğretmen üçgeninde çocuk anlayış, fark edilmeyi, şefkat görmeyi, takdir görmeyi ve sevgi görmeyi bekler. Anne- baba- öğretmenden gelen övgüler, takdirler, aferinler çocuğun özgüveninin gelişmesine yardımcı olur. Sevilmemekle veya terk edilmekle tehdit edilmek, yapılan hatalardan sonra alınan cezalar, bazen nedenini bilinmeden/açıklanmadan alınan cezalar, toplum içinde eleştirilmek çocuklarda korku ve utanç duygularının yaşanmasına neden olur.  Korku ve utanç duyguları büyür, bireyler kendileri hakkında olumsuz düşünceler (sevilmiyorum, değersizim, beceriksizim, aptalım, beğenilmem vb.) geliştirir ve onlara inanırlar. Onay almaya hassasiyetleri birinin bu inançları değiştirmesini istedikleri içindir. Onay cümleleri coşku halinde onayını belli etmezse olumsuz olarak değerlendirme eğiliminde olunur. Olumsuza odaklı ve onay görme konusunda hassas olan bireylerde özgüven eksikliği, içe kapanma veya dışarıya göstermemek için aşırı özgüvenli ve bağımsız olabilirler.

Bir bitkinin suya, ışığa ve toprağa ihtiyaç duyması gibi, ruhsal dünyamız sevilmeye, beğenilmeye ve kabul görmeye ihtiyacı var. Sevilmediğimizde, beğenilmediğimizde, kabul görmediğimizde kendimize ve karşımızdakilere olumsuz bir duygusal tepki vermemek neredeyse imkânsız. Çocuklukta bu ihtiyaçlarımız giderilmezse psikolojimiz bu durumdan kalıcı olarak etkileniyor.

Toplum tarafından kabul görmek vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Meslek hayatımızda ve toplum ilişkilerimizde devam edebilmek için onaylanma ihtiyacımız vardır. Bazı hareketleri sevmediğimiz halde onaylanmak adına model alarak kendiliğinden yaparız. İnsan olmanın gereğidir bu tavırlar.
Özgüven eksikliği ne kadar büyükse, onay ihtiyacı o kadar fazlalaşıyor, yaşam sadece "etraf ne der" fikri etrafında kuruluyor... 

Karakterimizin bir parçası sandığımız birçok davranışımız gibi "onaylanma ihtiyacı" da yaşam sürecinde akıl haritamıza yazılmış bir kod.