“Cami, sadece minarenin göğe yükseldiği yer değildir; insanın birbirine eğildiği, dayanışmanın dirildiği yerdir.

. Eğer bir mahallede esnaf tek tek kepenk kapatıyorsa, gençler umutsuzlukla boğuşuyorsa, öğrenciler aç yatıyorsa, yaşlılar yalnızsa… O mahallenin camisi sessiz kalamaz. Kalırsa, minaresi ne kadar yüksek olursa olsun, sesi yere değmez.”

Sonra sordum:
“Hiç hutbede şunu duydunuz mu: ‘Bu hafta mahallemizde iki genç işsiz kaldı, cemaatten ricamız; kimde imkân varsa bir iş kapısı aralansın, bir gencin umudu tazelensin.’
Ya da ‘Mahallede tek başına yaşayan bir teyzenin sobası yanmıyor, gelin şu akşam bir ekip olalım, evine odun-kömür ulaştıralım.’
Veya ‘Bir komşumuz borcundan dolayı icralık oldu, cemaat olarak toparlanıp kardeşimize nefes olalım’.”

Duyan var mı? Yok…

Hutbeler ya çok yukarıdan konuşuyor ya da çok uzaktan. Mahallenin sesi değil, mahallenin aynası değil… Hâlbuki Peygamber Efendimiz’in mescidi, sadece ibadet edilen bir yer değildi:
Yetimin başının okşandığı, garibin doyurulduğu, borçlunun borcunun ödendiği yerdi.
Dertlerin dillendirildiği, çözümlerin konuşulduğu yerdi.
Yakın olanın yakınlığını, uzak olanın acısını duyup paylaşan bir mekândı.

Sonra şöyle dedim:
“Cami dediğin bina değildir; cami, birbirinin acısını duyan insanların yan yana durduğu yerdir. Cemaat dediğin kalabalık değil; birbirinin yükünü alan topluluktur.”

Ve ekledim:
“Bir caminin bereketi, kaç kişinin saf tuttuğu ile değil, kaç kişinin derdine deva olabildiği ile ölçülür.”

Sonra sustum.
Çünkü bazen insan en çok, söyleyemediklerinin ağırlığını hisseder.
O ağırlık da çoğu zaman omuzda değil, kalpte taşınır.