Ve sonra şunu sordum, belki de en zor soruyu: “Biz camiden ne bekliyoruz? Rahatlatan bir ses mi, yoksa rahatsız eden bir sorumluluk mu?”
Çünkü gerçek şu ki; cami insanı sadece teselli etmez, yük de verir. Omzuna komşusunu yükler, mahallesini yükler, görmezden geldiği insanları yükler. Biz ise camiyi çoğu zaman vicdanımızı susturacağımız bir yere çevirdik. Namaz kıldık, içimiz rahatladı; ama kapıdan çıkınca aynı kayıtsızlıkla hayatımıza devam ettik.
Dedim ki:
“Bir camide ‘kim aç?’ sorusu sorulmuyorsa,
‘kim borçlu?’ sorusu sorulmuyorsa,
‘kim yalnız?’ sorusu sorulmuyorsa…
O cami insan yetiştirmiyor, sadece kalabalık topluyor.”
Sonra şunu ekledim:
“Biz yardımı görünmez kılmak isterken, ihtiyacı görünmez kıldık.
İnsanı incitmeyelim derken, insanı yalnız bıraktık.
Halbuki İslam, gizliliği merhametsizliğe kalkan yapmak için değil; onuru korumak için öğretmişti.”
Ve belki de en acı olanı söyledim:
“Bugün birçok insan caminin dibinde eziliyor ama camiye uğramıyor.
Çünkü derdini anlatacak bir kapı bulamıyor.
Çünkü hutbede kendini duymuyor.
Çünkü cami ona ‘sen neredesin?’ diye sormuyor.”
Sonra dedim ki:
“Bir cami, sadece ibadet edenlerin değil; utangaç yoksulların, sesi çıkmayanların, içine ağlayanların da evidir. Eğer o insanlar camiye sığınamıyorsa, o ev kilitlidir.”
Ve yavaşça şunu söyledim:
“Cami, mahallenin aynasıdır.
O aynaya bakıp kendimizi beğeniyorsak ama mahalle dökülüyorsa, aynaya değil, kendimize bakmamız gerekir.”
Son cümleye gelince sesim düştü ama sözüm ağırlaştı:
“Biz camiyi hayatın merkezinden aldık, hayatı caminin dışına attık.
Oysa cami, hayatın ta kendisiydi.
Geriye sadece taş kaldı, mermer kaldı, sessizlik kaldı.”
Ve işte o sessizlik…
En çok da duyulmayan insanların sesiydi.