“Bu sessizliği bozmak zorundayız. Çünkü sessizlik, tarafsızlık değildir; çoğu zaman alışılmış bir kabulleniştir.

Ve dedim ki:

Alıştık aç görmeye, alıştık dertliyi görmezden gelmeye, alıştık ‘birileri ilgilenir’ demeye. Ama o birileri hiçbir zaman gelmedi.”

Sonra biraz daha net konuştum:

“Bir camide her şey var; hoparlör var, mikrofon var, kürsü var… Ama kulak yok. Dinleyen var ama duyan yok. Oysa duymak, sorumluluk doğurur. Biz sorumluluktan kaçtıkça, camiyi de susturduk.”

Dedim ki:

“Cami yönetimleri var; defterleri var, kasaları var… Ama çoğu zaman mahalleyle bağları yok. Aidat konuşulur, halı konuşulur, boya konuşulur; ama ‘filanca esnaf ne halde?’ konuşulmaz. ‘Şu öğrenci okulu bırakmak üzere’ denmez. ‘Şu yaşlı üç gündür kapısını açmıyor’ denmez.”

Ve devam ettim:

“Bir cami, çevresindeki insanları tanımıyorsa, o cami kendi cemaatini tanımıyor demektir. Tanımadığı bir cemaate deva olamaz.”

Sonra şunu söyledim:

“Biz yardımı Ramazan’a hapsettik. Merhameti bayramdan bayrama yaşar olduk. Oysa yoksulluk takvim bilmez, borç cuma beklemez, açlık kandil seçmez.”

Dedim ki:

“Eğer bir camide yılın on bir ayı susup bir ay konuşuyorsak, biz merhameti değil, ritüeli seviyoruz demektir.”

Sonra sesim biraz titredi ve şunu ekledim:

“Bir mahallede cami varsa ama umut yoksa,

Bir sokakta minare varsa ama dayanışma yoksa,

Orada din anlatılmış ama ahlâk inşa edilmemiştir.”

Ve en son şunu söyledim:

“Cami, Allah’ın evi denir ya…

Allah’ın evi, kapısı en çok derdini saklayanlara açık olmalı.

Çünkü onlar, çalmaya en geç gelenlerdir.”

Ve sustum…

Çünkü bazen bir sözün devamı yoktur.

Devam etse, artık söz değil, hesaplaşma olur.